Sinefilin Galaksi Rehberi (diğer adıyla Anadilim Sensizlik) - Atakan Göktepe

11 Aralık 2015 Cuma

Sinefilin Galaksi Rehberi (diğer adıyla Anadilim Sensizlik)


Çok uzun zamandır bu yazıyı yazma niyetindeydim. Beni tanıyan, çeşitli sosyal mecralardan takipte olan veya şans eseri bloguma ulaşmış olan, herkes sinemaya ilgimi ve tutkumu bilir sanıyorum. Bu tutku bana okuduğum mühendislik bölümünü bile bıraktırdı ki o apayrı bir hikaye. Sinemaya duyduğum kuvvetli saplantının 12-13 senelik bir mazisi var ve bu saplantı bir türlü yakamı bırakmıyor.
Bu yazıda sinema tutkumdan veya eğitim hayatımın gidişatımdan ziyade özellikle bahsetmek istediğim bir konu var. Hayali, film yapmak olan bir genç olarak-ki böyle bir sürü genç var-ben de bir yerden başlamanın gerekliliğini hissettim. Bu, eyleme geçmeye yönelik açlık bana bir kısa film yaptırttı. 2013 Nisan'ının sonlarıydı. Bahçeşehir Üniversitesi'nin "Kısa Kes" isminde, lise ve üniversite düzeyindeki gençlerin kısa filmlerini kabul eden bir yarışma düzenliyordu. Artık bir şey yapmanın zamanı geldi demiştim kendi kendime. Bu dönem kısa bir sürede hikayeyi, senaryoyu ve oyuncuları buldum ve bir günde kısa filmimi çektim. Yekta Kopan'ın bir öyküsünden uyarlanan filmin adı da hikayenin başındaki çok özel cümlenin özetiydi: Anadilim Sensizlik.

Bugün İstanbul'da yaşamaya devam ederken filmi tekrar açıp izlediğimde o günlere dönüyorum. Tanıdık sokakları gördükçe o günlerin kokusu bile burnuma geliyor. Sokağın, şehrin kokusu olur mu demeyin, oluyor.
Neyse olayı dramatize etmek niyetinde değilim ama beni bu yazıyı yazmaya götüren motivasyon o günlere duyduğum özlem olduğu için buna değinmeden de geçmek istemedim.
Söz konusu yarışmadan daha önceki yıllarda da haberdardım ama katılmak anca 2013'e nasip oldu. Bu derdimi önce Ayşe'ye açtım. Ayşe'yle bir küsüp bir barışmalı 6 yıllık bir dostluğumuz var. En sevdiğim arkadaşlarımdan olmasının yanı sıra tanıdığım en zevkli ve stil sahibi insanlardan biri ve kalemi de çok güçlü çünkü blog yazılarını ve hikayelerini okumaktan müthiş keyif alıyorum. Ayşe'yi bu kadar övmek yeter. Bu erdemlerinden anlayacağınız üzere fikir ve senaryo kısmı her filmin bel kemiğini oluşturduğundan film yapma ihtiyacımla ilgili ilk danışacağım kişi de doğal olarak o oldu. Sağ olsun ki gayet teşvik edici ve destekleyici bir şekilde karşıladı ve karşılıklı birçok fikri tartıştık. Hikayeler, hatta film müziklerini bile o andan tartışıyorduk. Hatta ve hatta Ayşe bana bir şarkıyı kendi pembe kulaklığından dinletince kahve içtiğimiz mekandaki garson dalga geçmişti benimle.
Ayşe bu konuşmaların ardından Yekta Kopan'ın, benim o dönem henüz okumadığım, bir öykü derlemesinden bir öykünün uyarlanabileceğiyle ilgili konuştu benimle. Bir De Baktım Yoksun kitabındaki Portobello 22 isimli harika bir öyküydü bu. Okuduğumda kafamda bir sürü fikir canlandı. Kimi oynayacağını, nasıl yapacağımızı düşünüp duruyordum.
Senaryonun ilk sayfası
Kısaca konusu şöyle: Belli ki Yekta Kopan'ın kendisini temsil eden başkarakter Yekta İngiltere'de George Orwell'in 22 Portobello Road adresindeki evinin önünde Ahmet Hamdi'nin Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okurken tuhaf bir kızla tanışır. Kız kitap yüzünden muhabbete girişmiştir ve konuşurlar. Ardından bir bara giderler. Yekta öğrenir ki kızın adı da Yekta'dır. Hikayenin ana fikri bu, kitabı okumayanlar için berbat etmek istemediğimden anlatmayı burada kesiyorum. 
Ayşe'nin yazıp gönderdiği senaryoya göz attım. Öykünün aslına uygun, tam yazacağını düşündüğüm tarzda bir senaryoydu. Birkaç ufak şey ekleyip çıkarttım, bunların haricindekilere dokunmadım. Çok heyecanlıydım ve elimizde güzel olduğuna inandığım bir senaryo da olunca harekete geçmek için uygun şartları kollamaya başladım.
Bu aşamadan sonra oyuncuları konuşmaya başladık Ayşe'yle. Benim için sıkıntı erkekti. Kızı Şevval oynamalı diyordum. Daha önceki dönemlerde, benim görev almadığım senelerde de, tiyatro ekibindeydi Şevval ve gözle görülür bir potansiyali vardı. Ayşe'ye bahsettiğimde bunu olumlu karşıladı. Kafamdaki sorunların %40'ı çözülmüştü. O dönem okulun tiyatro ekibinde olduğum dönemdi. 21 Mayıs'ta oyunumuz vardı ve çoğu gün okuldan sonra provalara kalıyordum. Erkek oyuncu için gözlem yapmaya başladım. Hem yakın olduğum, kısa ve amatörce bile olsa birlikte çalışabileceğim, hem de yetenek gösterebilecek birini arıyordum. Acele etmemeye karar verdik. Ayşe de kendi okulundaki ihtimalleri gözden geçiriyordu ama içimize sinen hiç olmuyordu. Burada ismini geçirmeyeceğim birçok kişiyi kafamda eledim. Oyuncu seçimi işini ciddiye alıyordum ve karakteri analiz etmeye çalışarak en iyisini bulmaya çalışıyordum. En sonunda da buldum. Batuhan gerçekten bu rol için çok uygundu. Hem Batuhan'la Şevval de çok yakınlardı ki bu çok büyük bir avantaj. Birbirini tanımayan iki kişinin birden romantik bir duygu ağının içine girmelerini beklemek çok büyük bir beklenti olurdu. Kaldı ki çalıştığım kişiler profesyonel oyuncular olmadığı için böyle bir beklenti de oldukça yersizdi.
Tiyatro çıkışı servisinde Batuhan ve Şevval'in arkasına oturdum. Yanlış hatırlamıyorsam şansıma onlar da yan yana oturuyorlardı. Senaryodan üç dört kopya bastırtmıştım zaten. İkisini çıkartıp uzattım. "Kısa film yapmak istiyorum." dedim. Rollerini basitçe açıkladım. Çok umut verici tepkiler aldım doğrusu. Senaryoları aldılar ve okumadan kabul ettiklerini söylediler. Bu beni çok mutlu etti tabi ki. Kafamda dolaşan sorunların %60'ı çözülmüştü şimdi de.
Senaryo ve oyuncular konularını nihayete erdirdiğinde amatör bir kısa filmcinin ne derdi kalır? Elbette ki bu filmi çekecek bir cihaz ve benzeri teknik enstrümanlar. Aynı zamanda düzgün bir tarih seçmeliydim ki hem çekim esnasında rahat olalım hem de dershanelerimizin günleriyle çakışmasın. İki sorunun da çözümünü okulda buldum. Okulumuzdaki her töreni çekmekle görevli Handycam'i kullanabilir ve müdür yardımcımızdan bizi bir gün izinli yazmasını rica edebilirdim ki böylece dershane programına göre ortak bir gün belirleme derdi de ortadan kalkardı.
Kısa kesmek gerekirse kamera ve izinli yazılma konularını müdür yardımcımızla konuştum ve olumlu bir cevap aldım.
Senaryoda, hikayeden ayrılan birçok nokta vardı, bunlara da değinmek gerekir sanırım. Mesela Yekta'nın okuduğu kitap, öyküdekinden farklı olarak Saatleri Ayarlama Enstitüsü değil de o dönem Ayşe'yle ortak tutkumuz haline gelen Kürk Mantolu Madonna'ydı. Kız sinema öğrencisiydi ve Hitchcock Sinemasına tapıyordu. Kimi çağrıştırdı?
Ayşenin kitabın içine koyduğu notu saklıyorum hala.
Velhasıl 18 Nisan günü okulda buluştuk. Şans bu ya, ben Kürk Mantolu Madonna'mı birkaç gün öncesinde tiyatro provalarımızı yaptığımız toplantı salonunda kaybetmiştim. Filmde kullanmamız için Ayşe kendi kitabını bize gönderdi. Kitabın içine de küçük bir not eklemiş.
Kitap elimize ulaşınca da kamerayı teslim aldığımız gibi yola koyulduk. Filmin başlangıcı ve finali Balıkesir Tren Garı'nda çekilecekti. Ara kısımdaki "banktaki konuşma" sahnesi için Atatürk Parkı'nı düşünmüştüm. Öyküde iki karakterin pub'da bira içtikleri sahneyi de Balıkesir'in en sevdiğim sokaklarından birinde çekilecek şekilde adapte etmiştik.
Gara vardığımızda tatsız bir sürprizle karşılaşmıştık: Kameranın şarjı yoktu. O kadar yoktu ki açılmıyordu bile. Neyse ki gardakilerle konuşup kameramızı şarja taktırttık ve bizi idare edeceğini inandığımız kadar şarj olduğundaysa çekime başladık.
İlk sahne yukarıdaki fotoğrafta görülen açıdan, sabit bir çekimdi. Bu karenin öncesinde Yekta bilet satılan yerden geliyor, çantasını koyuyor ve kitap okumaya başlıyor. Bu bizim jeneriğimizi de oluşturuyordu aynı zamanda. Burada yazılar beliriyordu. Ardından filmin final sahnesini de çektik ve Atatürk Parkı'na gittik.
Burada da kız geliyor ve sohbet ediyorlar. Filmin çoğu kısmı burada, bu bankta geçiyor denebilir. Ardından biraz yürüme isteğiyle kalkarlar ve sözünü ettiğim sokağa kadar biz onları takip ederiz. Bu sahneyi çekerken başıma gelenleri Twitter'da anlatmıştım.

Bu yürüyüş sahnelerinin en sevdiğim yanı benim için çok şey ifade eden "La Vie En Rose"un enstrümantel versiyonunun arka planda çalıyor olması. Yekta'yı çok bunalımlı bir karakter olarak düşündüm, geçmişte sıkıntılı günler geçirmiş ve babasının hastalığından dolayı da üzüntüsü devamlı. Seyahat ederek bunu unutuyor veya acısını hafifletiyor. La Vie En Rose malumunuz "Pembe Yaşam" demek. Edith Piaf'ın o dönemki sevgilisi Marcel Cerdan için yazdığı bir şarkı. Dostu ve bestecisi Marguerite Monnot'yla birlikte bestelemişler. Marcel evli bir adam aslında, hatta Edith'i görmeye gelirken bir uçak kazasında ölüyor. Edith ondan sonra da evleniyor ama hayatımın tek gerçek erkeği diyor Marcel için ömrünün sonuna kadar. Sonraki dönemdeki şarkılarının çoğunun aşırı hüzünlü olması ve zaten hep kısa kestirdiği saçlarını bir daha bilinçli olarak hiç uzatmaması aslında Edith Piaf'ın bu aşka verdiği değeri çok güzel ifade ediyor. Benim içinde önemi büyük ama şahsi bir durum benimki. Filmimizde ise La Vie En Rose'un çalması aslında Yekta'nın bu cıvıl cıvıl kız sayesinde üç-dört saatliğine bile olsa bütün dertlerinden, sıkıntılarından uzaklaşıp "toz pembe" bir gözlük takmasını temsil ediyor.
Jenerik
Jenerikteyse Erik Satie'den Gymnopédie No.1 çalıyor. Bunun birden fazla sebebi var. Öncelikle Ayşe'yle Erik Satie'yi çok severiz. Zaten ondan bir eser kullanma niyetimiz vardı. İkincisiyse Yekta Kopan. Kendisi NTV'de program yaparken kanalın sitesinde "Çalışma Odaları" isimli bir içerik vardı. Burada NTV'den çeşitli isimlerin çalışma odalarını interaktif olarak gezebiliyordunuz. Özel kısımlara tıkladığınızda da o kişi odanın o kısmının ya da oradaki özel nesnenin kendisi için önemini anlatıyordu. Aslında diğerlerini gezmemiştik ama Yekta Kopan'ın odasında Gymnopédie No.1 çalıyordu. Belki diğerlerinde de öyleydi ama kendisine duyduğumuz sevgi ve hayranlık da girişte bu müziği kullanmamıza sebep oldu.
Finale yakın, geldikleri sokakta Şevval'in oynadığı Yekta diğerine Kuzuların Sessizliği'ni hediye ediyor. Söz konusu öyküde kız oğlana The Beatles plağı hediye ediyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ne alaka diyebilirsiniz. Filmden belki bir süre önce Ayşe bana, Balıkesir'deki tek sahafta (bkz. Turgut Amca) şans eseri bulduğu, Kuzuların Sessizliği'nin Türkiye'deki ilk baskısını hediye etmişti. Biz de kızın çocuğa hediye etmesi için bu kitabı daha anlamlı bulduk. Daha önce de dediğim gibi filmdeki öğe ve detayları mümkün olduğunca kişiselleştirdik.
Hediye verme kısmında kız çocuğa "Sence de garip değil mi, seninle aynı adı taşıyan birine seni seviyorum demek." diyor. Ayrılmalarının, birlikte olamamalarının sebebi bu kadar basit ve berrak. Bu sahne bana Kürk Mantolu Madonna'da Raif'le Maria'nın ayrılma sahnesini hatırlatmıştı. Oradan bir satırı kullandık. Kız "Gidiyorum ama üzülmene dayanamam. Bir kere gül de öyle gideyim." diyordu. Son bir kez buluşmak üzere sözleşiyorlar ve ayrılıyorlar.
Yekta buluşma noktası olan saat kulesinin önüne varırken bir telefon alıyor. Öğreniyoruz ki babasını kaybetmiş ve hemen dönmesi gerekiyor.
Yekta'yı bekleyen Yekta'yı da gördükten sonra garda geçen final sahnesine dönüyoruz. Yekta kitabını okumaya devam ederken dış sesle duygularınıaktarmaya çalıştık. Artık babası yoktur, Yekta yoktur... 
Yekta'nın babasının ölümünü öğrenmesinden yukarıda fotoğrafını gördüğünüz son sahneye ve kapanış jeneriklerine kadar yine Edith Piaf'tan L'hymne À L'amour çalıyordu. Bunu özellikle seçtim. Piaf'tan biraz bahsetmiştim. Bu şarkı Piaf'ın Cerdan'ın ölümünden sonra yazdığı bir şarkı. Şarkının son sözleri şöyle: Dieu réunit ceux qui s'aiment. Yani "Tanrı aşıkları birleştirir." Yekta Kopan'a sormak gerekir, bu iki karakterin yolları acaba bir gün tekrar kesişir mi diye.
Böylece film bitmiş oluyor. Peki nasıl bir film oldu? Bence çok yetersiz bir filmdi. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum ve söylerken de sonuna kadar vurguluyorum ki bunun sorumlusu benimle çalışan veya yardım eden insanlar değil, tamamen benim. Birincisi film biraz aceleye geldi. İzin gününde bitirmek için bir günde sabahtan akşamüzerine kadar çektik. Bu sebepten oyuncu yönetiminde yetersiz kaldım. Bir de şarj sıkıntımız vardı tabi. Kamerayı bir gün önceden emanet alıp şarj etmeliydim. (İlk başta şarjsız olduğu gibi kameranın şarjı parkta çektiğimiz sahneler esnasında da bitti ve bir kafeye rica ettik. Saat kulesi çevresindeki sahnelerde de şarjım çok az olduğu için tekrar almam gereken yerleri tekrar çekemedim.) Bir de ses yetersizliğimiz vardı. Sürekli dış mekanda geçen bir film olduğu için mevcut kameranın ses konusunda çok da sağlam olmaması çoğu kısımda dezavantaj halini aldı. Tabi bir de ışık konusunda o dönem daha bilgisiz olduğum gerçeği var.
"Peki filmi madem yetersiz buluyorsun neden tekrar çekmedin?", "neden tamamladın?" ya da "neden yarışmaya gönderdin?" gibi soruları sorabilirsiniz. Aslında cevabı yazının başında verdim. Sinema aşkım ve eyleme geçme açlığım yüzünden. Film iyi olacaktı veya berbat olacaktı ne çıkar? Ben tamamen benim eserim olan bir film ortaya koymak istiyordum. "Ben de geçmişte bunu yaptım." diyebilmek istiyordum kısacası. Elbette bunu tek başıma ortaya koymadım, başımdan beri anlattığım kişilerden yardım ve fikir aldım ama nihayetinde bu insanları bir araya getirip iyi veya kötü bir film yapmak bugün dahi bir tatmin duygusu veriyor.
Geçen sene TÜYAP'ta Yekta Kopan'ın imza gününe gittim ve tanışma fırsatı bulduk. Daha öncesinden kendisine filmi yaptığıma dair bir mention atmıştım Twitter'dan o da kendisine neden haber vermediğimizi sorarak sitem etmişti kesinlikle haklı olarak. Gerçi kendisine filmden önce bir kez mention atmıştım ama cevap vermemişti. Tabi benim daha ayrıntılı yollarla kendisine ulaşmam gerekirdi, hata bende, kabul ediyorum. Bunu kendisine de söyledim. Tam da hayal ettiğim gibi biriydi, çok samimi bir sohbet ettik. Orada genç kısa filmcilere sonuna kadar destek vereceğini, sitem ettiği tek konunun kendisine haber verilmemesi olduğunu söyledi. Sonra barıştık. Kendisini sene içinde Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi'nde Farah Zeynep Abdullah söyleşisinde tekrar gördüm, moderatördü. Sonrasında ise bu seneki Filmekimi'nde Feriye Sineması'nda karşılaştık. Mistress America'yı izlemeye gelmişti benim gibi. Beni ve uzun uzun anlattığım küçük filmimizi çoktan unuttuğunu düşünerek kendisini hiç rahatsız etmemeye karar verdim. Ama iyi ki var Yekta Kopan. Yoksa belki bu güzel anılara hiç sahip olamayabilirdim.

Bugün teknik üniversiteden İletişim Fakültesi'ne geçmiş bir üniversite öğrencisiyim. Hedefim sinemayı öğrenmek, keşfetmek ve bu filmin üstüne çıkmak. Çoğu kişi çok radikal bir karar olduğunu söylüyor bunun. Ben de böyle düşünüyorum zira geçmeye karar veriş süreci bile benim için müthiş sancılı olmuştu. Ama öyle veya böyle bir başlangıç yaptığım için çok mutluyum. Eğer bunları okuyan oldursa ne mutlu bana. İyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder