Filmekimi 1. Gün: The Lobster [2 Ekim 2015 Cuma] - Atakan Göktepe

4 Ekim 2015 Pazar

Filmekimi 1. Gün: The Lobster [2 Ekim 2015 Cuma]

Yapımı: 2015 - Yunanistan, İngiltere, İrlanda, Hollanda, Fransa
Tür: Bilim Kurgu,  Komedi,  Romantik
Süre: 118 Dakika
Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Oyuncular: Colin Farrell,  Rachel Weisz,  Ben Whishaw,  John C. Reilly,  Léa Seydoux
Senaryo: Yorgos Lanthimos,  Efthymis Filippou
Yapımcı: Yorgos Lanthimos,  Ed Guiney
Not: ★★★★½

Filmekimi müthiş bir festival doğrusu. Özellikle mayısın sonunda Cannes'da yarışan ve merakımızı celbeden filmleri ve tabi daha nicelerini sinemaseverlerle buluşturuyor yıllardır. Bu yıl, sinema anlamında geçen seneye göre biraz sönük geçiyor aslında. Geçtiğimiz sene Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu'yla Altın Palmiye, Xavier Dolan'ın Mommy'le Jüri Ödülü kazandığı ve Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde Whiplash'in yarıştığı, Leviathan'ı, White God'ı ağırlayan bir Cannes Film Festivali, Birdman'le açılan, Kaan Müjdeci'ye Sivas'la iki ödül veren bir Venedik Film Festivali varken ve Boyhood gibi deneyimsel, epik bir filmi izlediğimiz bir senenin ardından bu yılın sönük olduğunu söylemek çok da yanlış değil herhalde. Tabi sinemasal anlamda bu kadar değerli bir yılın ardından 2015'ten de benzeri bir verim bekledim açıkçası. Biraz hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Tam bu duygu ve düşünceler içinde parlak, yeni ve çarpıcı bir şey izleme arzusundaydım ki henüz fragmanını izleme şansı bile bulamamışken hayranlık ve merakla posterini incelediğim The Lobster'ın Filmekimi programında olduğunu gördüm.
Bu senenin Altın Palmiye kazananı Dheepan'ın son yılların en sönük Altın Palmiye seçimlerinden biri olduğunu ve The Lobster'ın bu ödülü daha çok hak ettiğini okumuştum festival süresince. Gerçi Jüri Ödülü de gayet tatmin edici ve büyük bir ödül sayılır. Film, posterinden-epey uzun bir süre sonra çıkan-fragmanına kadar orijinal ve ilginç görünüyordu zaten. Benim de festival takvimimin ilk filmiydi. 2 Ekim Cuma saat 19.00'da Kadıköy Rexx Sineması, üst kat Salon 1'deydim filmi izlemek için. Bu salon epey büyüktür. Filme müthiş bir ilgi vardı ki boş yer yoktu. Bazı filmlerin başarısını anlamak için sinema salonunda izlemek gerekiyor aslında. Böylece filmin seyirci üzerindeki direkt etkisini gözlemlemek mümkün oluyor. The Lobster da sinemada izlemesi epey keyifli bir film. Film, hepimizi etkisine aldı, çoğu yerde yönetmenin çarpık, zevkli, kara mizahına hep birlikte güldük, birlikte iç çektik ve birlikte gözlerimizi kapattık (Spoiler olmasın ama final sahnesi için söylüyorum. Ağzımı kapattım, bir şey öğrenmiş sayılmazsınız.) Bu gözlem neticesinde denebilir ki The Lobster gerçekten etkili bir film ve bu senenin de en iyilerinden, hatta belki de en iyisi.
Film herhangi bir zamanda bir distopyada geçiyor. Bu distopyada bekar olmanız yasak. Bekarsanız bir otele konuk ediliyorsunuz ve size eş bulmanız için 45 gün veriliyor. Bu sürenin sonunda kendinize bir eş bulamazsanız arzu ettiğiniz bir hayvana dönüştürülüyorsunuz ve hayatınıza-ne kadar devam edebilirseniz-o formda devam ediyorsunuz. Bu sistemi reddedip otelden kaçan ve ormanda yaşamaya başlayan Yalnız-Gezenler var bir de. Oteldekiler her gün gibi bu ormana ava getiriliyorlar, ellerindeki uyuşturucu iğne atan tüfeklerle Yalnız-Gezen yakalayabilsinler diye. Yakaladığınız her Yalnız-Gezen, size tanınan süreye bir ekstra gün eklenmesi demek. Karısını yeni kaybeden David de bu otele geliyor. Sonrasına girmeyi çok istemiyorum, klasik bir ifadeyle "sonrasında olaylar gelişiyor".

Araba süren bir kadınla açılıyor film. Kadın arabadan iniyor ve yol kenarındaki eşeklerden birini silahıyla vuruyor. Filmin ilk sekansından itibaren alışılagelmedik bir film olacağı belli. The Lobster'la ilgili gözüme takılan şeylerden bir tanesi sinema eleştirmeni Müjde Işıl'la aynı mevzu sanırım: filmde güçlü bir sembolizm var ve bunu da gidişata yedirmek yerine biraz seyircinin gözüne sokuyor. Ama tabi bu durum filmin fazlasıyla mevcut olan pozitif yönlerini gözardı etmemize neden olmuyor.
Bir kere filmin kendine has bir mizahi yaklaşımı var. Lanthimos'un distopyasında teknoloji öyle uzay çağı düzeyinde ilerlemiş değil, robotlar falan yok ama insanlar robotlaşmış. Tuhaf şeyler sıradanlaşmış durumda. Neticede eş bulamadığın taktirde hayvana dönüştürüldüğün bir dünyada daha şaşırtıcı ne olabilir ki?
Colin Farrell kendi çizgisinin de bir tık üstünde bir performans sergiliyor. Belki kariyerinin son dönemdeki en iyi performansı bu. Karakteriyle müthiş bir uyumu var. Sesi ve donukluğu hikaye ve atmosfere aşırı derecede uygun. Ona eşlik eden Rachel Weisz da epey iyiyken gönlümün efendisi Lea Seydoux ilk kez böyle bir karakterle olumlu bir portre çizmiş.
Lanthimos'un bu ilk İngilizce filminde yalnızca bir karakterin ismi var: Colin Farrell'ın canlandırdığı başkarakter David. David eş bulamazsa bir ıstakoza dönüşmek istiyor çünkü ıstakozlar 100 yıl veya daha fazla yaşıyorlar ve hep çiftleşip ürüyorlar. Otelde sürekli olarak evlilik kurumu, çift olmak övülüyor ve yalnızlığın olumsuzluğu yeriliyor. Aşka ve birlikteliklerin temeline dair çok ilginç bir bakışı var Lanthimos'un bu distopya aracılığıyla.

Sinematografiden de bahsetmem gerek. Müthiş bir görüntü yönetimi var The Lobster'ın. Soluk sarı, soluk mavi ve soluk kahverenginin hakim olduğu uçsuz bucaksız manzarların sergilendiği harika bir görüntü yönetimi. Kurgu ve hele ki müzik konusunda da hiç sıkıntısı yok. Başından sonuna akmayan, sarkmayan bir kurguyla müthiş bir akıcılığı ve izlenilebilirliği var filmin.

Posterinde de söylendiği gibi bu "alışılagelmişin dışında bir aşk hikayesi". Filmekiminde biletiniz varsa şanslısınız, yoksa da vizyon tarihi geldiğinde sinema salonunun kapılarını aşındırın. Bu senenin en iyi sinema olaylarından birini sakın kaçırmayın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder